Doktorluk ve annelik ikilisi yoruyordu Aslı’yı. Hangisi
diğerinden daha zordu hiçbir zaman karar verememişti. Her gün insanlara
derman olmaya çalışırken kendi kızına yetişemediğini hissettiğinde içi eziliyordu. Hastaların
kimi iyileşiyor, kimi bıraktığı yerde duruyor, kimi yok olup gidiyordu. Ama kızı Gülseren, hevesle ve aceleyle büyüyordu, düşüncelerin arasına sıkışamayacak
kadar çabuk hem de.
Yine, yorgun geçen bir günün ardından, bir an evvel yatağına
gitmek için sabırsızlansa da, Gülseren “anne, bana masal okur musun ben uyuyana
kadar?” dediğinde onu kıramamış, eline
geçirdiği eski ve cildi solmuş kitabı açıp okumaya başlamıştı. Senelerdir rafta
dururdu bu kalın kapaklı eskimiş kitap. Onu yıllar once, genç kızlıgında
okudugunu hayal meyal anımsıyordu, güzel bir prensesin başından geçenleri
anlatan neşeli bir çocuk masalıydı.
Odanın kız çocuklarına özgü sessiz ve sevimli yalnızlıgında
Aslı sakin sesi ile okumaya başladı…
“Çok uzak bir
zamanda, çok uzak bir ülkede, suluboya ile boyanmış kadar güzel yemyeşil
çayırların arasındaki kum sarısı sarayında, güzel bir prenses yaşardı…prenses
her sabah güneşin yanagını tatlı tatlı
okşaması ile uyanır, sarayın balkonlarına kadar uzanan renkli ve güzel
çiçekleri koklayarak kendisi gibi mutlu halkını selamlardı.. ”
Gülseren daha 1 sayfa bile bitmeden uykuya dalmıştı
bile...Aslı sessizce odadan çıktı, kitabı kitaplığa koyduktan sonra uyumaya
gitti... Eski kitap, karanlıkta yalnız başına kalakaldı. Odanın loşluğunun içinde bir şeylere itirazı varmış gibi sessizce
titreşti kitabın kapağı.
Prenses'ın
hikayesi Aslının sandıgı gibi mutlu değildi ki.
Sarayının etrafındaki bütün çiçekler ve bitkiler yokluktan taraf
olup çürümüştü. Güneş ışığı, pencereden bakmak dahi istemeyen prensesin en
büyük korkusuydu. Güneş kötü Lord Feligani'nin uçsuz bucaksız büyüklükte
şatosunun gölgesinden daha güçlü çıkamamış ve sarayı gölgelerin içine
terketmişti. Sivri gotik kulelerin ardı ardına sıralandıgı, sayısız büyük
pencerelerin haykıran agızlar gibi duvarlarda uzandıgı o karanlık şatonun
kuleleri daima uğursuzca aydınlıkta kalırdı. orman yükselebildigi ölçüde
kapatmıştı bu uğursuz yapıyı. Sık
dalları ile gökyüzüne uzanan Ağaçlar bile o karanlık şatodan rahatsız olmuş
gibi, etrafını kıskıvrak sarmak yerine ona değmek ve yakın olmak istemezmiş
gibi mesafe ile duruyorlardı. Lord Feligani'nin büyük şatosu, ağaçlardan oluşan bir hendegin içinden her yeri
görebilmek için gökyüzüne uzanan
korkutucu bir dev gibiydi. Prenses ülkesinde nereye giderse gitsin, o
ürkütücü yapının uzun kulelerini görmekten kaçamıyordu. O kulelerin birinde
kötü yürekli Lord'un camda durup onu
seyrettiği hissinden kutulamıyordu ve kendi topraklarında yaşadığı esaret
duygusu prensese her gün daha da ağır geliyordu.
Şatonun gece karanlığa karışıp yok olan siluetini görmemek bile huzur getirmiyordu. Her gece, Feligani nin onu kaçırıp şatosuna hapsettigini, şatonun her iki yanında heykeller sıralanmış loş koridorlarında ondan kaçtığını görüyordu kabuslarında.
Şatonun gece karanlığa karışıp yok olan siluetini görmemek bile huzur getirmiyordu. Her gece, Feligani nin onu kaçırıp şatosuna hapsettigini, şatonun her iki yanında heykeller sıralanmış loş koridorlarında ondan kaçtığını görüyordu kabuslarında.
Prenses, birilerinin çıkıp Feligani'yi öldürmesini istiyordu
artık. Onun kirli düşüncelerinin birer duyarga gibi üzerinde dolaştığını,
kendisini hedef aldığını bilerek yaşamayacaktı. Kadınlara özgü inatçı
bir kararlılıkla biliyordu gerçeği: Ya Feligani ölecekti, ya da kendisi.
Lord Feligani,
babası kralın eski veziriydi. Onunla bir
arada bulunmaktan hiçbir zaman hoşlanmamıştı. Sessizce uyumakta olan bir
hastalık gibi habis bir adamdı o, prenses'e karşı ilgili ve kibar görünebilirdi
dışarıdan, ama tüm cümlelerinin ve bakışlarının altındaki gerçek amacı bir tek
prenses biliyordu, bilmek de onu korkuyla titretiyordu.
Babası yaşıyor
olsaydı onun tek bir sözü ile Feligani'nin kellesini ayakalarına atardı. Ama babası yoktu. Erkek kardeşi ile beraber sıkıştığı
sarayda, her gün Feligani’nin ülkeye
daha çok yayılmasını, sahip olmasını sineye çekerken bir yandan da onun
karanlık sapıklığından nasıl korunacaklarını düşünerek kendini yiyip bitiriyordu.
Günler ve gecelerce
düşündükten sonra Cam duvarın Büyücüsüne gitmesi gerektiğine karar verdi. Tek
çaresi buydu!
Saraydan bulabildiği en kalın pelerinin güvenliği altında çıkarak yollara düştü.
Cam duvarın
büyücüsüne vardığında öglen olmuştu, sabah düştügü yolda kuleleri görmemek için
yalnızca kapişonun izin verdigi ölçüde önüne baktıgı için güneşin ne denli
yükseldigini farkedememişti. Cam duvarın büyücüsünün bulundugu bina, gökyüzüne
uzanan, üzerine alt alta sayısız kesik
yaraları açılmış bembeyaz bir kola
benziyordu. Kanı çekilmiş yalnız kol, bulutlara çaresizce tutunmaya çalışıyordu.“Bileklerini
kesince ölmek için enine değil, dikine kesikler gerekir” diye düşündü Prenses kapıdan girerken.
Kapı,koyu renk
tahtadandı ve üzerine uzaktan asla farkedilemeyecek kabartmadan, öküze binmiş
genç bir kız figuru oyulmuştu. Kız elleri ile öküzün boynuzlarına yapışmıştı ve
onu kapıya oyanın niyetine bakılırsa uluyordu, çünkü ağzı haykırırcasına
açılmıştı. Bu kabartma prensesi öyle rahatsız etti ki geri dönmeyi düşündü,
eğer geri dönüş başına er geç gelecekleri kabullenmek demek olmasaydı dönecekti
de. Ama en büyük korkularımız daha küçüklerini her zaman yutar, prenses de büyücü ona ne yaparsa yapsın bunun lordun
eline düşmekten daha iyi oldugunu düşünerek kafasındaki bütünn soru
işaretlerini itip içeri girdi. Görünür görünmez sonsuz bir boşluk gibi davranan
salon baştan aşağıya bembeyazdı. Bu göz alıcı beyazlıgın içinde oturan cam
duvarın büyücüsünü bir leke gibi ayırt ediverdi. Büyücü başını çevreleyen simsiyah ve
karmakarışık saçları, uzun soluk yüzünü bir hayalete benzeten bembeyaz elbisesi
içinde süzülen, uzun boylu bir kadındı. İri gözlerindeki bakış sıcak gibi görünse de, yüzündeki ifade bir
yapmacıklık içeriyordu, ona ilk baktıgı andan itibaren bu kadından hiç
hoşlanmadı. Ona asla tam anlamı ile güvenemeyecekti. İşini bitirip bir an önce gitmek isteyen birinin huzursuz telaşı ile
:
“derdimi biliyorsun,
bana çare ver” dedi. Büyücü hep bilirdi. Olmuşu da, olacakları da.
Büyücü “birini feda
etmen gerek...” diye cevap verdi.
Prenses artık
gözlerindeki yaşları daha fazla tutamıyordu, “neyi ama?” dedi hıçkırarak. Öyle
ya, etrafındaki hiçbir şey artık onun kontrolünde değildi. Feda edilecek daha
neyi kalmıştı ki? Zaten daha fazlasını feda etmemek için gelmemiş miydi buraya?
Büyücünün
gözbebekleri büyüdü, artık iri gözleri duygularını okumayı imkansızlaştıran iki
kara boncuk gibiydi. Sabırlı bir kararlılıkla tane tane konuştu: “lord'dan
kurtulmanın yalnızca tek bir yolu var. yerine bir başkasını feda edeceksin.
Kardeşini!” prensesten hiçbir yanıt beklemeye luzum görmeden devam etti:
“kardeşin lordu öldürdügünde özgür olacaksın. Ancak bu yaşamda ve bu dünyada
degil, başka bir hayatta tadabilirsin özgürlügünü. Hem de lord ölür ölmez.”
Prensesin kalbinin
bir yanı korkuların gölgesinde öylesine çürümüştü ki artık iyi veya kötüyü
ayırt etmeye ne niyeti, ne de hakimiyeti vardı. Kendi kurtuluşu için Kardeşinin
kaderini feda etmeye karar vermesi kirpiklerinin birleşmesi kadar bile sürmedi.
Büyücüye bir kese altın fırlatırken, “ne gerekiyorsa yap. Kabul ediyorum" dedi.
Büyücü uzun ince
parmaklari ile tombul keseyi kavradıgında Artık yüzü gülüyordu. Bu korkunç
kadının ona para almadan yardım etmesi nasıl mümkün olabilirdi ki zaten?
“1 saat daha burda
duracaksınız, sonra tamam. Gerisini bana bırakın” diyen büyücünün Kara gözleri üzerinde dolaştıkça prenses
çıkıp gitmek istiyordu, büyücü ona dogru yürüdü ve kollarını uzatıp prensesin
ellerini tuttu. “her şey düzelecek, her şey iyi olacak, göreceksin” dedi.
Prensesin büyücüye
dair anımsadığı son anı buydu. Saraya döndügünde ne nasıl döndügünün farkına
varabilmişti, ne de büyücünün gerisini ona
bıraktıgında yaptıklarının. Ama o soluk yüzlü kadın her ne yaptı ise, kendini daha güvenli hissediyordu. Gevşemiş
ve rahatlamıştı.
“Her şey düzelecek.”
Yapacagı şeyden emin birinin kendine güvenen adımları ile
Kardeşinin odasına gitti. yatagının üzerinde oturmuş gelecekten kaygı duyan
birinin taşlaşmış yüz ifadesi ile duvara bakan kardeşi Prensesi görünce ayağa
kalktı, ona sıkıca sarıldı. “endişelenme
artık. Lord u öldürmem gerektigini biliyorum. Üzülme.” Diye fısıldadı.
Prenses ayaklarının ucunda yükseldi kendinden bir baş uzun olan kardeşine
hakkını vererek sarılabilmek için. “seni çok seviyorum, bunu unutma” diye
fısıldadı kardeşinin kulagına, dudakları gözyaşları ile ıslanıyordu, kardeşinin
kokusunu saklamak istermişçesi ne içine çekti. Kendi hayatı için bir başkasını
feda etmek öyle zor bir işti ki, kendini öldürebilecek cesarette olabilseydi
prenses, o an kardeşini kendi cehenneminin içine sürüklemekten vazgeçecekti.
Hiç konuşmadan, uysal
bir birlikle Lord'un korkunç şatosuna dogru at sürdüler. Onları çok uzaktan bir
el yönetiyormuşçasına sessiz ve korkusuzdular, Yüreklerinde tereddüt yoktu.
Prenses kardeşinin hevesli fedasına bir hastanın tedaviye sığınması gibi razı
olmuştu. Akşam oldugunda şatoya ancak yaklaşmışlardı,
neredeyse gökyüzünü delecek kadar yüksek olan o kuleler kalplerindeki korku
sönmüş olmasına ragmen ululukları ile ikisinin de aklını başından almıştı.
Şatonun etrafında basamak gibi rüzgarda salınan ağaçları aştılar, kapıya varıp
içeri girdiler. Atlarından indiler, ve sukunetlerini bozmadan avluda yürüdüler. Prensese sonsuzluk gibi gelen bir
sürenin ardından lordun oturdugu salona vardılar.. Lord feligani, tıknaz
bedeninin elverdigi ölçüde bir atiklikle koltugundan fırlayıp yanlarına geldi.
Sanki uzun zamandır orada oturmuş onları bekliyordu, her şeyi bilen
şaşkınlıktan uzak edası onu daha da tiksindirici gösteriyordu. Ne kıyafetleri
ne de fiziği şatosunun görkemine eşlik edebiliyordu bu kısa boylu ve şişman
adamın. Hiç konuşmadan bir kardeşine bir de prensese baktı, sonunda omuz silkip
onlara eğreti bir reverans yaptı. Prenses önünde yere kadar eğilmiş olan bu
küçük adamın kelleşmiş başına bakarken, kardeşi bir daire çizerek yürüdü.
Feligani konuşmak için derin bir nefes alarak Ayağa dikildiginde vucudu aniden
kasıldı ve ağzından kanlar boşaldı. Prensesin kardeşi feligani'nin arkasından
soktugu mızragın ucunu bırakmıyor, lordu saga sola sallıyordu. Her yanı
korkudan tutulmuş olan lord, kurtuluşunun olmadıgını anlayarak kollarını ve
bacaklarını serbest bırakmıştı, bir kukla gibi sallanıyordu mızragın ucunda.
Kanlar içinde yere yıgıldıgında prenses bir iki adım yaklaşarak yanına gitti.
Başında dikilirken o tombul, iğrenç parmaklarının pençe gibi dizildigi ellerine
baktı lordun; eğer kardeşi canını almış olmasaydı kendisine uzanmayı asla
bırakmayacak olan o aç elleri ayagı ile
ezmeye başladı. Vurdu, vurdu, vurdu, kanların içinde kendinden geçip bayılana
dek ezdi lordun ellerini.
Prenses ayıldığında ilk
gördügü şey cam duvarın büyücüsü oldu. Yanında kendisi gibi beyazlar giymiş iki
başka kadın duruyordu. Hafızasını tarayıp nerede olduğuna karar veremiyordu, “nerdeyim
ben?” diye sordu, kadınlardan biri koluna birşey batırdı. “Hepsi geçecek. Her
şey düzelecek” diye fısıldarlarken kollarındaki kesikleri gördü.
ve sonra bembeyaz yalnız bir sessizligin huzuru içinde
uykuya daldı.
Doktor Aslı Hanım
dudaklarını ısırdı, bazı günler bu meslegi seçerek dogru kararı verip
vermedigini sorgulamaktan kendini alamıyordu. Önünde yatan bu zavallı kız, Eda,
sadece 14 yaşındaydı. Annesi babası öldükten sonra yanına sıgındıgı öz amcası, defalarca
tecavüz etmişti kıza. Erkek kardeşi ile
beraber amcasını feci şekilde öldürmüşlerdi. Daha sonra erkek kardeşi kendini öldürmüş, Eda
ise buraya düşmüştü. Gerçekten uzun zaman önce kopmuştu Eda. Cinayeti
planlarken bile kendisi değildi. Hem,
diye düşündü Aslı, böylesine cinayet denebilirse. Adam kimbilir kız kendini dahi
unutacak hale gelene kadar ona neler yapmıştı.
Eve giderken hep Eda'yı düşündü. Durakta hiç gelmeyen bir otobüsü bekler gibi, asla iyi olamayacaktı. Gözünü açınca ona
nasıl da haykırıyordu. Aslı'yı gördükçe “hani özgür olacaktım ben! Büyücü!! Bana söz vermiştin!
hani özgür olacaktım!!” diye kendini paralıyordu hastaneye geldiğinden beri. Daha önce de
benzer hastalar görmüştü Aslı, ama bu sıska kız çocugunun uğursuz öfkesi onu sersemletiyordu
. Hastabakıcılar onu zapedene dek “hani özgür olacaktım” diye çığlıklar atarak debeleniyordu
ve ona Büyücü demekten vazgeçmemişti hiç.
Kim ki bu büyücü, kim.
Gülseren yine masal istedi o gece. Ama Aslı masal okuyamayacak kadar yorgundu. Kalın
kapaklı eski kitap, Prenses hastanede rüyaları
ile boğuşur ve her şeyi en baştan yaşarken, karanlıkta titreşmeye devam etti.
0 yorum
en derin düşüncelerini dök bebeğim