Kara Masal

  • Kasım 16, 2011
  • By Ova (Excuse My Reading)
  • 0 Comments


Doktorluk ve annelik ikilisi yoruyordu Aslı’yı.   Hangisi diğerinden daha zordu hiçbir zaman karar verememişti. Her gün  insanlara derman olmaya çalışırken kendi kızına yetişemediğini hissettiğinde içi eziliyordu. Hastaların kimi iyileşiyor, kimi bıraktığı yerde duruyor, kimi yok olup gidiyordu. Ama kızı Gülseren, hevesle ve aceleyle büyüyordu, düşüncelerin arasına sıkışamayacak kadar çabuk hem de.
Yine, yorgun geçen bir günün ardından, bir an evvel yatağına gitmek için sabırsızlansa da, Gülseren “anne, bana masal okur musun ben uyuyana kadar?”  dediğinde onu kıramamış, eline geçirdiği eski ve cildi solmuş kitabı açıp okumaya başlamıştı. Senelerdir rafta dururdu bu kalın kapaklı eskimiş kitap. Onu yıllar once, genç kızlıgında okudugunu hayal meyal anımsıyordu, güzel bir prensesin başından geçenleri anlatan neşeli bir çocuk masalıydı.

Odanın kız çocuklarına özgü sessiz ve sevimli yalnızlıgında Aslı sakin sesi ile okumaya başladı…
  “Çok uzak bir zamanda, çok uzak bir ülkede, suluboya ile boyanmış kadar güzel yemyeşil çayırların arasındaki kum sarısı sarayında, güzel bir prenses yaşardı…prenses her sabah   güneşin yanagını tatlı tatlı okşaması ile uyanır, sarayın balkonlarına kadar uzanan renkli ve güzel çiçekleri koklayarak kendisi gibi mutlu halkını selamlardı.. ”

Gülseren daha 1 sayfa bile bitmeden uykuya dalmıştı bile...Aslı sessizce odadan çıktı, kitabı kitaplığa koyduktan sonra uyumaya gitti... Eski kitap, karanlıkta yalnız başına kalakaldı.  Odanın loşluğunun  içinde bir şeylere itirazı varmış gibi sessizce titreşti kitabın kapağı.

Prenses'ın hikayesi Aslının sandıgı gibi mutlu değildi ki.

Sarayının etrafındaki  bütün çiçekler ve bitkiler yokluktan taraf olup çürümüştü. Güneş ışığı, pencereden bakmak dahi istemeyen prensesin en büyük korkusuydu. Güneş kötü Lord Feligani'nin uçsuz bucaksız büyüklükte şatosunun gölgesinden daha güçlü çıkamamış ve sarayı gölgelerin içine terketmişti. Sivri gotik kulelerin ardı ardına sıralandıgı, sayısız büyük pencerelerin haykıran agızlar gibi duvarlarda uzandıgı o karanlık şatonun kuleleri daima uğursuzca aydınlıkta kalırdı. orman yükselebildigi ölçüde kapatmıştı  bu uğursuz yapıyı. Sık dalları ile gökyüzüne uzanan Ağaçlar bile o karanlık şatodan rahatsız olmuş gibi, etrafını kıskıvrak sarmak yerine ona değmek ve yakın olmak istemezmiş gibi  mesafe ile duruyorlardı. Lord Feligani'nin büyük şatosu, ağaçlardan oluşan bir hendegin içinden her yeri görebilmek için gökyüzüne uzanan  korkutucu bir dev gibiydi. Prenses ülkesinde nereye giderse gitsin, o ürkütücü yapının uzun kulelerini görmekten kaçamıyordu. O kulelerin birinde kötü yürekli Lord'un  camda durup onu seyrettiği hissinden kutulamıyordu ve kendi topraklarında yaşadığı esaret duygusu prensese her gün daha da ağır geliyordu.

Şatonun gece karanlığa karışıp yok olan siluetini görmemek bile huzur getirmiyordu. Her gece, Feligani nin onu kaçırıp şatosuna hapsettigini, şatonun her iki yanında heykeller sıralanmış loş koridorlarında ondan kaçtığını görüyordu kabuslarında.

Prenses, birilerinin çıkıp Feligani'yi öldürmesini istiyordu artık. Onun kirli düşüncelerinin birer duyarga gibi üzerinde dolaştığını, kendisini hedef aldığını bilerek yaşamayacaktı. Kadınlara özgü inatçı bir kararlılıkla biliyordu gerçeği: Ya Feligani ölecekti, ya da kendisi.

  Lord Feligani, babası kralın eski veziriydi.  Onunla bir arada bulunmaktan hiçbir zaman hoşlanmamıştı. Sessizce uyumakta olan bir hastalık gibi habis bir adamdı o, prenses'e karşı ilgili ve kibar görünebilirdi dışarıdan, ama tüm cümlelerinin ve bakışlarının altındaki gerçek amacı bir tek prenses biliyordu, bilmek de onu korkuyla titretiyordu.

  Babası yaşıyor olsaydı onun tek bir sözü ile Feligani'nin kellesini ayakalarına atardı.  Ama babası yoktu.  Erkek kardeşi ile beraber sıkıştığı sarayda,  her gün Feligani’nin ülkeye daha çok yayılmasını, sahip olmasını sineye çekerken bir yandan da onun karanlık sapıklığından nasıl korunacaklarını düşünerek  kendini yiyip bitiriyordu.

 Günler ve gecelerce düşündükten sonra Cam duvarın Büyücüsüne gitmesi gerektiğine karar verdi. Tek çaresi buydu!

Saraydan bulabildiği en kalın pelerinin  güvenliği altında çıkarak  yollara düştü.
 Cam duvarın büyücüsüne vardığında öglen olmuştu, sabah düştügü yolda kuleleri görmemek için yalnızca kapişonun izin verdigi ölçüde önüne baktıgı için güneşin ne denli yükseldigini farkedememişti. Cam duvarın büyücüsünün bulundugu bina, gökyüzüne uzanan, üzerine alt alta  sayısız kesik yaraları açılmış  bembeyaz bir kola benziyordu. Kanı çekilmiş yalnız kol, bulutlara çaresizce tutunmaya çalışıyordu.“Bileklerini kesince ölmek  için enine  değil, dikine kesikler gerekir”  diye düşündü Prenses kapıdan girerken.

 Kapı,koyu renk tahtadandı ve üzerine uzaktan asla farkedilemeyecek kabartmadan, öküze binmiş genç bir kız figuru oyulmuştu. Kız elleri ile öküzün boynuzlarına yapışmıştı ve onu kapıya oyanın niyetine bakılırsa uluyordu, çünkü ağzı haykırırcasına açılmıştı. Bu kabartma prensesi öyle rahatsız etti ki geri dönmeyi düşündü, eğer geri dönüş başına er geç gelecekleri kabullenmek demek olmasaydı dönecekti de. Ama en büyük korkularımız daha küçüklerini her zaman yutar, prenses de  büyücü ona ne yaparsa yapsın bunun lordun eline düşmekten daha iyi oldugunu düşünerek kafasındaki bütünn soru işaretlerini itip içeri girdi. Görünür görünmez sonsuz bir boşluk gibi davranan salon baştan aşağıya bembeyazdı. Bu göz alıcı beyazlıgın içinde oturan cam duvarın büyücüsünü bir leke gibi ayırt ediverdi.  Büyücü başını çevreleyen simsiyah ve karmakarışık saçları, uzun soluk yüzünü bir hayalete benzeten bembeyaz elbisesi içinde süzülen, uzun boylu bir kadındı. İri gözlerindeki bakış sıcak gibi görünse de, yüzündeki ifade bir yapmacıklık içeriyordu, ona ilk baktıgı andan itibaren bu kadından hiç hoşlanmadı. Ona asla tam anlamı ile güvenemeyecekti. İşini bitirip bir an önce gitmek isteyen birinin huzursuz telaşı ile :

  “derdimi biliyorsun, bana çare ver” dedi. Büyücü hep bilirdi. Olmuşu da, olacakları da. 

  Büyücü “birini feda etmen gerek...” diye cevap verdi.

  Prenses artık gözlerindeki yaşları daha fazla tutamıyordu, “neyi ama?” dedi hıçkırarak. Öyle ya, etrafındaki hiçbir şey artık onun kontrolünde değildi. Feda edilecek daha neyi kalmıştı ki? Zaten daha fazlasını feda etmemek için gelmemiş miydi buraya?

  Büyücünün gözbebekleri büyüdü, artık iri gözleri duygularını okumayı imkansızlaştıran iki kara boncuk gibiydi. Sabırlı bir kararlılıkla tane tane konuştu: “lord'dan kurtulmanın yalnızca tek bir yolu var. yerine bir başkasını feda edeceksin. Kardeşini!” prensesten hiçbir yanıt beklemeye luzum görmeden devam etti: “kardeşin lordu öldürdügünde özgür olacaksın. Ancak bu yaşamda ve bu dünyada degil, başka bir hayatta tadabilirsin özgürlügünü. Hem de lord ölür ölmez.”

  Prensesin kalbinin bir yanı korkuların gölgesinde öylesine çürümüştü ki artık iyi veya kötüyü ayırt etmeye ne niyeti, ne de hakimiyeti vardı. Kendi kurtuluşu için Kardeşinin kaderini feda etmeye karar vermesi kirpiklerinin birleşmesi kadar bile sürmedi. Büyücüye bir kese altın fırlatırken, “ne gerekiyorsa yap. Kabul ediyorum" dedi.

   Büyücü uzun ince parmaklari ile tombul keseyi kavradıgında Artık yüzü gülüyordu. Bu korkunç kadının ona para almadan yardım etmesi nasıl mümkün olabilirdi ki zaten?

   “1 saat daha burda duracaksınız, sonra tamam. Gerisini bana bırakın” diyen büyücünün  Kara gözleri üzerinde dolaştıkça prenses çıkıp gitmek istiyordu, büyücü ona dogru yürüdü ve kollarını uzatıp prensesin ellerini tuttu. “her şey düzelecek, her şey iyi olacak, göreceksin” dedi.

 Prensesin büyücüye dair anımsadığı son anı buydu. Saraya döndügünde ne nasıl döndügünün farkına varabilmişti, ne de büyücünün gerisini ona  bıraktıgında yaptıklarının. Ama o soluk yüzlü kadın  her ne yaptı  ise, kendini daha güvenli hissediyordu. Gevşemiş ve rahatlamıştı. 

“Her şey düzelecek.”
Yapacagı şeyden emin birinin kendine güvenen adımları ile Kardeşinin odasına gitti. yatagının üzerinde oturmuş gelecekten kaygı duyan birinin taşlaşmış yüz ifadesi ile duvara bakan kardeşi Prensesi görünce ayağa kalktı, ona sıkıca sarıldı. “endişelenme  artık. Lord u öldürmem gerektigini biliyorum. Üzülme.” Diye fısıldadı. Prenses ayaklarının ucunda yükseldi kendinden bir baş uzun olan kardeşine hakkını vererek sarılabilmek için. “seni çok seviyorum, bunu unutma” diye fısıldadı kardeşinin kulagına, dudakları gözyaşları ile ıslanıyordu, kardeşinin kokusunu saklamak istermişçesi ne içine çekti. Kendi hayatı için bir başkasını feda etmek öyle zor bir işti ki, kendini öldürebilecek cesarette olabilseydi prenses, o an kardeşini kendi cehenneminin içine sürüklemekten vazgeçecekti.

 Hiç konuşmadan, uysal bir birlikle Lord'un korkunç şatosuna dogru at sürdüler. Onları çok uzaktan bir el yönetiyormuşçasına sessiz ve korkusuzdular, Yüreklerinde tereddüt yoktu. Prenses kardeşinin hevesli fedasına bir hastanın tedaviye sığınması gibi razı olmuştu.  Akşam oldugunda şatoya ancak yaklaşmışlardı, neredeyse gökyüzünü delecek kadar yüksek olan o kuleler kalplerindeki korku sönmüş olmasına ragmen ululukları ile ikisinin de aklını başından almıştı. Şatonun etrafında basamak gibi rüzgarda salınan ağaçları aştılar, kapıya varıp içeri girdiler. Atlarından indiler, ve sukunetlerini bozmadan avluda  yürüdüler. Prensese sonsuzluk gibi gelen bir sürenin ardından lordun oturdugu salona vardılar.. Lord feligani, tıknaz bedeninin elverdigi ölçüde bir atiklikle koltugundan fırlayıp yanlarına geldi. Sanki uzun zamandır orada oturmuş onları bekliyordu, her şeyi bilen şaşkınlıktan uzak edası onu daha da tiksindirici gösteriyordu. Ne kıyafetleri ne de fiziği şatosunun görkemine eşlik edebiliyordu bu kısa boylu ve şişman adamın. Hiç konuşmadan bir kardeşine bir de prensese baktı, sonunda omuz silkip onlara eğreti bir reverans yaptı. Prenses önünde yere kadar eğilmiş olan bu küçük adamın kelleşmiş başına bakarken, kardeşi bir daire çizerek yürüdü. Feligani konuşmak için derin bir nefes alarak Ayağa dikildiginde vucudu aniden kasıldı ve ağzından kanlar boşaldı. Prensesin kardeşi feligani'nin arkasından soktugu mızragın ucunu bırakmıyor, lordu saga sola sallıyordu. Her yanı korkudan tutulmuş olan lord, kurtuluşunun olmadıgını anlayarak kollarını ve bacaklarını serbest bırakmıştı, bir kukla gibi sallanıyordu mızragın ucunda. Kanlar içinde yere yıgıldıgında prenses bir iki adım yaklaşarak yanına gitti. Başında dikilirken o tombul, iğrenç parmaklarının pençe gibi dizildigi ellerine baktı lordun; eğer kardeşi canını almış olmasaydı kendisine uzanmayı asla bırakmayacak olan o aç  elleri ayagı ile ezmeye başladı. Vurdu, vurdu, vurdu, kanların içinde kendinden geçip bayılana dek ezdi lordun ellerini.

 Prenses ayıldığında ilk gördügü şey cam duvarın büyücüsü oldu. Yanında kendisi gibi beyazlar giymiş iki başka kadın duruyordu. Hafızasını tarayıp nerede olduğuna karar veremiyordu, “nerdeyim ben?” diye sordu, kadınlardan biri koluna birşey batırdı. “Hepsi geçecek. Her şey düzelecek” diye fısıldarlarken kollarındaki kesikleri gördü.

ve sonra bembeyaz yalnız bir sessizligin huzuru içinde uykuya daldı.
 Doktor Aslı Hanım dudaklarını ısırdı, bazı günler bu meslegi seçerek dogru kararı verip vermedigini sorgulamaktan kendini alamıyordu. Önünde yatan bu zavallı kız, Eda, sadece 14 yaşındaydı. Annesi babası öldükten sonra yanına sıgındıgı öz amcası, defalarca tecavüz etmişti kıza.  Erkek kardeşi ile beraber amcasını feci şekilde öldürmüşlerdi.  Daha sonra erkek kardeşi kendini öldürmüş, Eda ise buraya düşmüştü. Gerçekten uzun zaman önce kopmuştu Eda. Cinayeti planlarken bile kendisi değildi.  Hem, diye düşündü Aslı, böylesine cinayet denebilirse. Adam kimbilir kız kendini dahi unutacak hale gelene kadar ona neler yapmıştı.

Eve giderken hep Eda'yı düşündü. Durakta hiç gelmeyen bir otobüsü bekler gibi, asla iyi olamayacaktı. Gözünü açınca ona nasıl da haykırıyordu. Aslı'yı gördükçe “hani özgür olacaktım ben! Büyücü!! Bana söz vermiştin! hani özgür olacaktım!!” diye  kendini paralıyordu hastaneye geldiğinden beri.   Daha önce de benzer hastalar görmüştü Aslı, ama bu sıska kız çocugunun uğursuz öfkesi onu sersemletiyordu . Hastabakıcılar onu zapedene dek “hani özgür olacaktım” diye çığlıklar atarak debeleniyordu ve ona Büyücü demekten vazgeçmemişti hiç.
Kim ki bu büyücü, kim.

Gülseren yine masal istedi o gece. Ama  Aslı masal okuyamayacak kadar yorgundu. Kalın kapaklı eski kitap, Prenses  hastanede rüyaları ile boğuşur ve her şeyi en baştan yaşarken, karanlıkta titreşmeye devam etti.

You Might Also Like

0 yorum

en derin düşüncelerini dök bebeğim